Devlet Kavramı Üzerine

2017 yılının ilk yarısıydı sanırım. O dönem Dürbün’de haftalık yazılar yazarken, “Devlet” kavramı üzerine “Kutsal Devlet” ve “Kutsal Refleks” adında iki köşe yazısı kaleme almıştım. Amacım devlete atfedilen kutsiyetin, yine devlet dediğimiz ve ortaya çıkardığı değerden, toplumun bir ferdinin dışarıda kalmayacak şekilde nasibini aldığı aygıtın, bu görevini yapmadığı yahut yapmaktan kendisini mesul görmediği bir takım eksiklerin üzerini örtmekte kullanılan kavram olduğunun içini açmaya çalışmıştım.

Diyelim ki yukarıda yaptığımız, biraz da karışık anlatının tümüyle doğru olduğunu varsayalım. Antik formasyona sahip imparatorlukların, birbirinin gırtlağından bin yıl kadar elini ayırmayan feodallerin ve siyasi birliklerin prototipi ortaya çıkana kadar ünlü felsefeci ve ideologların ortaya koydukları “devlet” kavramının tümünü unutup tarihi 1789 Fransa’sının eşitlik özgürlük ve kardeşlik ilkesinden yola çıkarak kavramsallaştırdığı yurttaşlık bilincine sahip toplumun bir araya gelerek kurduğu aygıttan ele alalım.

Bu aygıtın da “insan”ı öncelediği nokta ilk olarak karşısındakilerin ardından kendi yanında duranların canına mal olmakla kalmamış bir de teorize edilerek, “her devrim çocuklarını yer” şiarını belleklere nakşetmekten geri durmamıştı ki yıllar içinde dünyanın çeşitli coğrafyalarında bu pratiğin insan eliyle ne kadar gerçekçi olduğunu bize göstermişti.

Mevcutlar Dünyası

Biraz daha günümüze gelip direksiyonu sola kırdığımızda içinde yaşadığımız lahzayı çok güzel çerçeveleyen insanların varlığıyla mest olduğumuzu görüyoruz. Günlerce, Engels’in bağımlı ve belirleyici öğe kavramlarını esas alarak bir sivil toplum tespit ediyor, üzerine inşa ettiğimiz değerler manzumesi ise hepimizin bildiği emek-sermaye çelişkisi yahut çalışanların hakları üzerine hegemonik devletten talep ve beklentilerini birbirimizin kulaklarına fısıldıyor, güzel bir uyku çekiyoruz.

Her birimizin ezberden saatlerce anlatacağı kavramları haykırıyor bu devlet aygıtının ne kadar eşitsiz ve hikmetinin kendinden sorulduğunu anlatıyoruz, yine birbirimize…

Peki neyi farklı yapıyoruz? Sol dediğimiz hakikat, aslında bir eleştiri manzumesi ve biz de bunu çok çok iyi yapan sivil toplum bileşenleri miyiz? Sol gerçekten protest midir yoksa alternatif mi? Peki diyelim ki alternatif, neden bildiğimiz kavramları ortaya koyarak devletin sınırlarını çizdiği bir alanda mücadele minderine çıkıp sürekli puan kaybediyoruz? Serbest piyasa “tekel”i ciğerlerimize nüfuz etmişken karşısına neden bir “düzen” koyamıyoruz? Mevcudu anlıyoruz, neden bir küre gibi yöneten az sayıda insana karşı geniş kitleler olarak birlikte hareket edemiyoruz?

Sol’un Düzeni

Marksizm’i temel alan Gramsci, İtalyan faşizm birikiminden yararlanarak devlet ve sivil toplum kavramlarını yeniden ele aldığında, sivil toplumu “alt yapı”dan alıp insan bilincini veri olarak kabul ederek “üst yapı”ya yerleştirdi. Literatüre kattığı hegemonya kavramıyla da geniş kitlelerin burjuva devlet modelini kendi “rıza”sıyla kabul ettiğini, bu rıza değişmeden düzenin değişmesinin mümkün olamayacağının çerçevesini çizdi.

Bu noktadan yola çıkarsak ve kullandığımız tüm bilinen kavramları yine bildiğimiz gerçeğini ortaya koyup, gerçeği konuşmak yerine olabilirliği tartışacak olursak, ilk olarak değeri nasıl büyütüp paylaşacağımızı yeniden düşünmemiz gerekir. Özel teşebbüsün sınırlarının ve kazanç parametresinin yeniden kurgulanıp, belki de “değer payı” kavramı ile nasıl paylaşacağımız gerçeği, etik ve ahlaki bir zemine oturtulup, yine Gramsci’nin çizdiği sivil toplum yani; ev, fabrika, okul vs gibi alanlarda nasıl bir bilinç temelinde aktarılacağını konuşmamız zaruridir.

Üretim araçlarını elinde tutanların üretilen değerin %99’unun sahibi olup %1’ini çalışanlara dağıttığı ve bunu da sadece yatırım/risk/fikir faktörünü üstlendiği adına yaparak ahlaki! olduğu sistematiğini değiştirmeyi düşünmeliyiz.

Bizim, yani bir kürenin değil büyük kitlelerin sahibi olduğu ve nasibini aldığı devlet ki öyle kutsal falan da olmayan yalnız yurttaşları adına değer üreten devleti bir gün yöneteceksek, yatırım/risk/fikir analizini gerçekleştiren bürokratların iştirake onay verdiği ve kazancın yine büyük kısmını diyelim ki ilk hareketi verecek değeri ortaya koyan patronun aldığı ancak bir üretilen değer sonrası elde edilen ücretlerden fazlasını yani patronun kazandığı “değer payı” nezdinde herhangi bir şirketin hiyerarşi içinde dahi olsa –ki konuşmamız gereken katma değer hiyerarşisi burası olmalı– emekçilerinin payını adil şekilde aldığı, –bakın dağıtma değil– bir modeli sunabilmeliyiz.

İyiyi konuşmak güzel, kötüyü anlatmak insani.

Hepimizin iyi olduğu gerçeğinden yola çıkarak yeni bir etik/ahlaki zemin kurmalıyız. Bu bizim üst yapımızdır. Ve biliyorum aynı zamanda inanıyorum ki burjuva devletleri bir hegemonya krizinin içinde. Biz bilince sahip geniş sivil toplum kitleleri olarak örgütlü olmayı hamasi söylemler üzerinden değil her birimizin kazancının yine her birimizin ürettiği emeğin ta kendisi olduğu gerçeğinden yola çıkarak anlatabilirsek, hangi politik pencereden bakacak olursak bakalım, birimiz aç yatıp taş kaynatırken diğerimizin kürdanla dişini karıştırdığı bu ortalama 80 senelik ömür döngüsünün ahlaki ve hak temelli olmadığını birbirimize anlatmamıza gerek kalmaz, gider onu değiştirebiliriz.

Yeter ki sivil toplumun ahlaki çerçevesini yeniden tanımlayıp, ortaya çıkan yeni düzenin kişi kültüne değil kurumsal kültüre sahip olduğunu doğru ortaya koyalım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.